16 Ocak 2020 Perşembe

Ruhunu Sömüren Bürokrasi, İzmariti Ofiste Söndürdü



       Bundan yaklaşık yüz yıl önce, Almanca konuşan, Prag'da doğmuş ve Avusturya'da ölmüş, Bohemyalı, Yahudi bir yazar, uzun, yorucu bürokratik evrak işleriyle ve işe yarar hiçbir neticeye varmayan diyaloglar ve monologlarla nefes alan mekanlarla örülü ofislerin, masa başında ne yaptığını sorgulamayı unutmuş ışığı sönen ruhlara sahip insanların, belgeler, dilekçeler ve muhtelif diğer yazışmalarla doldurdukları iş yaşamına hapsolmuş basit yaşamların ve ufak hesaplardan elde edeceğini sandığı ufacık sözde getirilerle varoluşunu kendi kendine kanıtlamaya çalışan küçük insanların dünyasını yazmıştı.   
     
       Bu zayıf ve hassas adamın, biraz da mübalağalı olarak kurguladığı yaşanmışlıklara, kendi zamanından yaklaşık yüz yıl sonra dahi tanık olabilmek mümkün. Memleketimin en köhnesinden en yenilikçi zihniyetle yönetilenlerine dek uzanan yelpazedeki herhangi bir devlet kurumunda bir hafta çalışmanız, yeterlidir.

24 Temmuz 2019 Çarşamba

Öteki Ülkelerde Yaşam (Guy Delisle'nin Anıları)


Guy Delisle

Guy Delisle'nin Eserleri
      Ülkenizdeki doğup büyüdüğünüz şehirden, yine ülkenizdeki başka bir şehre taşınarak orada yaşamaya devam etmek dahi insanı yabancılaştırırken, bambaşka kültürlere sahip başka ülkelerde yaşamak insana neler etmez? Kısa süreli turistik bir geziden bahsetmiyorum. Her şeyinle taşınarak orada "yaşamak"tan bahsediyorum.

    Deneyimli Fransız çizgi roman ve animasyon sanatçısı Guy Delisle, bazen işi bazen de özel hayatının getirisi olarak hayatının bazı dönemlerinde yukarıda bahsettiğim gibi bambaşka kültürlere sahip bambaşka ülkelerde yaşamış biri. Yaşamının her dakikasında, bu ülkelerde "öteki" olduğunu hissetmiş. Bu öteki olmanın olumlu ve olumsuz getirileri ile uğraşmış. Nereden mi biliyorum? Yazıp çizdiği dört şahane çizgi roman eserinde kendisi anlatıyor.

     Kuzey Kore'deki Pyongyang ile Çin'deki Shenzhen şehirlerinde mesleki olarak, ayrıca Kudüs ve Burma'da ise ailevi sebeplerle uzun süre boyunca yaşayan Guy Delisle, bu şehirlerde kaldığı süreler boyunca yaşadıklarını çizgi roman haline getirdiği her bir eseri bir solukta okudum.

      Bu dört eserin isimleri,  Pyongyang - Kuzey Kore'ye Bir Yolculuk, Shenzhen - Çin'den Bir Gezi Hikayesi, Burma Günlükleri ve Kudüs Günlükleri.

     Delisle, rahat çizgileri ve ekonomik anlatımı ile yaşadığı bu ülkeleri harika bir şekilde kadrajlayıp bize sunuyor. Yaşayıştaki detayları da anlatımına çok güzel yediriyor. Biz de onunla birlikte bu ülkelerin dünü ve bugününü öğreniyoruz. Ülkelerdeki yaşamın sıkıntısı ve keyfini hissediyoruz.

      Belki de imkanı olanların dahi seyahat planlamasına eklemeyi hiç düşünmediği şehirleri biraz olsa anlamak için okunmalı bu eserler.

2 Temmuz 2019 Salı

Neşet Baba Cool İdi Babam İse Daha Cool İdi

       Ölüm yıl dönümünde, bir yazı ve bir çizimle rahmetli babamı bir de buradan anmak istedim. Kaldı ki babamı anmadığım bir gün bile yoktur.

                                              *                             *                              *
    "Iyy Türkü mü?" ve "Abi Türkü nedir ya?" diyenlerden misiniz? Ne kaçırdığınızın farkında değilsiniz demektir. Bu husus, bir özümüz, kültürümüz, bilmemnemiz meselesi değil. Sanatsal haz olarak çok büyük bir dünyayı ıska geçmeniz demektir.

    Türkü dünyasına girdiğinizde sevmediğiniz tınılar tabii ki de olacaktır. Lakin bütün Türkü dünyasını toptan reddetmek, kesinlikle büyük kayıptır. Amerika'daki yöresel bir folk şarkıcısını keşfetmek ya da tutkunu olmak "cool" görünebilir. Fakat kendi memleketinin folk sanatçısının tutkunu olmak, gerçekte çok daha "cool"dur. Çünkü o, seni anlatır. Kendinin farkında olmadığın bir "seni" anlatır sana.
    Neşet Ertaş, yaşamıyla da duruşuyla da müziğiyle de memleketimizin "cool" Türkücülerdendi. Sahne almadan viskisini, rakısını içerdi, ama bunaldığı için ceketini çıkarmadan evvel seyirciden izin de isterdi. Sahnesi inanılmazdı. Konser verdiği yer açık ya da kapalı da olsa sesi orayı sarar ve titretirdi. Onun asıl zenginliği çaldığı, söylediği ve yazdığı idi.
    Rahmetli babam da büyük bir Neşet Ertaş hayranıydı. Trabzonlu biri olarak kendi memleketinin sanatçıları kadar ve belki de onlardan daha çok hayrandı Neşet Ertaş'a.

    Ortaokul ve lise zamanlarında, Iron Maiden'dan Pentagram'a, Metallica'dan Apocalyptica'ya kadar klasik metal ile odamda bangır bangır yardırırken, bir gün olsun bu tarz müzik dinlediğim için kınamadı ya da dinlememe engel olmadı babam. En fazla "oğlum kıs biraz", demiştir haklı olarak. Bu yüzden babam da, arkadaşının doğum gününde hediye ettiği iki kasetlik Neşet Ertaş Türküleri Albümü'nü heyecanla bana getirip "hadi dinleyelim" dediğinde ben, biraz istemeden de olsa "tabi baba" dedim. Evet kaset. Bedava müziğe, ancak radyo ve televizyondan, o sırada çalan denk gelirse dinleyerek ulaşılabildiği zamanlar.
    Neyse, başladık dinlemeye. Neşet Ertaş, "cahildim dünyanın rengine kandım" dediği andan itibaren, artık Neşet Ertaş benim için de Neşet Baba'ydı. Ergenliğimin gönül sancılarını Metallica'dan çok Neşet Baba anlatmıştı bana.
    O gün şunu da anladım ki, asıl "cool" olan, metal müzikle bangırdayan cahil bir ergene, tek bir telkinde dahi bulunmadan Neşet Baba'yı sevdiren babamdır.
   Siz de babanıza bir kulak verin bakalım. Belki de yanı başınızdaki "cool" bir adamın farkında değilsinizdir.

5 Aralık 2018 Çarşamba

21. Yüzyıl İçin 21 Ders


     Sevdiğimiz bir yazarı takip etmenin keyfi bambaşkadır. Homo Sapiens ve Homo Deus'un yazarı olan Yuval Noah Harari'nin, üçüncü kitabını henüz okumadım. Fakat yazarın Türkçede yayınlanan üç kitabını da okuyan dostum Murat Taşkın, üçüncü kitap olan "21. Yüzyıl İçin 21 Ders"  hakkındaki görüşleriyle Kumdan Sayfalar'da.  İyi okumalar.

     Ayrıca, Yuval Noah Harari'nin Homo Sapiens ve Homo Deus'una ilişkin yazdıklarımı okumak için tıklayınız.

                                     *                         *                            *



İç cebinde kitap taşıyabildiğim montlarım var. O cebe sığan kitapları yanımda taşımayı ve boş zamanlarımda okumayı çok seviyorum. Mont alırken, ceplerinden en azından birisi kitap taşıyacak kadar büyük mü diye kontrol etmenizi öneririm. 

Yuval Noah Harari
Yuval Noah Harari. Adını söylemek yerine, “Homo Sapiens” kitabını yazan adam var ya demeyi tercih ettiğim kişi. Üstüne “Homo Deus” da yazdı ama o kitap benim için “Homo Sapiens” etkisi bırakmadığı için kendisini Türkçeye çevrilen ilk kitabı ile anıyorum. 

İnsanlık tarihini merak ediyorum. İlk insan kaç yıl önce yaşadı ve bugünlere nasıl geldik sorusuna bilim ne diyor öğrenmek istiyorum. Kendisi, bu merakımı gideren bir yazar ve şimdiye kadar okuduğum yazılarında tarafsız ifadeler kullanması en çok hoşuma giden şey. 

Geçmiş ile bugünü karşılaştırmayı seviyorum. Daha iyi durumda mıyız yoksa işler kötüye mi gidiyor sorusunun cevabını sürekli arıyorum. Harari bu merakıma da kitapta yazdıklarıyla cevap oluyor.

‘Yakın geçmişte savaş ve katliamlar yüzünden milyonlarca insan ölüyordu. Yaşadığımız çağda şimdilik bu boyutta bir savaş yok. Aynı sayıda insan artık trafik kazaları yüzünden ölüyor. Yapay zekânın süreceği araçlar ile insanoğlu bu soruna da cevap bulacak. Peki, işsiz kalan şöförler ne olacak?

Eskiden açlık ve kıtlık yüzünden çok büyük kitleler hayatını kaybediyordu. Bu boyutta toplu ölümler yok. Artık aynı sayıda ölüm obezite ve benzeri sağlıksız beslenme sorunları yüzünden oluyor. 

Bugün en basit ilaç ile tedavi edilebilen hastalıklar yüzünden çok sayıda insan yakın dönemde hayata veda ediyordu. Yaşadığımız çağda ortalama yaşam ömrü uzadı ve genel olarak yaşlılık yüzünden ölümler oluyor.’

Harari’nin takipçisi olmamı sağlayan diğer bir özelliği de kendi vatandaşlarından din ve milliyetçilik konularında ağır eleştiriler almış olmasına rağmen fikrinden sapmamış olması. Rahatsız edici olmayan bir dil ile görüşlerini ifade etmiş. Aynı görüşte olmasanız bile farklı bir bakış açısını görmenizi sağlıyor.   

Bu kitabı okuyup severseniz önerim hemen peşinden “Homo Sapiens” kitabını da okumanızdır. Onu da sever ve peşine bir de “Homo Deus” eklerseniz, dünyaca ünlü bir yazarın Türkçeye çevrilmiş bütün kitaplarını okumuş olacaksınız. Sevdiğim yazarların bütün kitaplarını okumak gibi bir takıntım olduğundan dolayı bu yazıyı okuyanlar arasında da aynı meraka sahipkişilerin olabileceğini düşündüm.

Kitap içinde ilgimi en çok çeken konulardan birisi ile yazıyı sonlandırayım. ‘Yakın gelecekte, bir robot tarafından idare edilen aracınıza bindiniz. Yolda giderken aniden yolunuza birileri çıktı ve arabayı kullanan yapay zekanın yaptığı hesaba göre iki seçenek var. Yolunuza çıkanlara çarpabilirsiniz. Onlar ağır bir şekilde yaralanabilir veya ölebilir. Yâda onlara çarpmamak için yapacağınız bir manevrada siz ağır bir şekilde yaralanabilir yâda ölebilirsiniz. Böyle bir durum ile karşı karşıya kaldığında yapay zekâ neye karar verecek? Bildiğiniz gibi yapay zekâlar kendilerine ne öğretilirse ona göre hareket ediyorlar. Bu durumda yapay zekâya hangisini öğreteceksiniz? Buradan varılan sonuç şu. Arabanızı satın aldığınızda arabanın birçok modundan birisi, bu tarz kritik kazalarda “önce beni koru”, diğeri de “önceliği diğer canlılara ver” modu olacak. Bu durumda yakın gelecek felsefi tartışmalara çok açık olacak. Yazarın önerisine göre eğer işsiz kalma korkunuz varsa felsefe üzerine emek harcamanızda fayda var.’


Paylaştığım bu bölümde yazar, yakın gelecek ile ilgili gerçeğe çok yakın bir öngörüde bulunuyor. Bahsettiği sorun, belki de hiç gerçekleşmeyecek. İnsansız araçlar kullanılmaya başlandığında belki de hiçbir ağır yaralanmaya sebep olmayacak güvenlik önlemleri sağlanacak. Bunu yaşayıp göreceğiz. Burada benim ilgimi çeken yazarın bir düşünme yoluna açtığı kapı. Yakın geleceğin cazip meslek önerisi olarak felsefeciliği sunması, bana göre müthiş etkileyici bir final.
 
        Bir kitabı okuduktan sonra yazılanlarla ilgili sohbet ediyorsanız, kitap sizde güzel bir iz bıraktı demektir. İz bırakan kitapları bulmak güzel bir şans. Doğru kitap ile buluşma şansınız bol olsun. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere. 

                                                                                               Murat TAŞKIN


29 Kasım 2018 Perşembe

Suç ve Ceza (Klasiklerin Klasiği)

 
      Klasikler, Rus Klasiklerimiz

     Bazı kitapların okunması için henüz erkendir. Ama hiçbir kitap için asla geç kalınmamıştır. Bununla birlikte, çocuklukta ve özellikle ilk gençlik yıllarında okunması gereken bazı kitapları ıskalamak, karakter inşasındaki bazı unsurların eksik kalmasına ya da geç vakit yerini bulmasına sebep olabilir. Bu açıdan bir geç kalmışlıktan söz edilebilir. Aynı zamanda bahsi geçen kitapların yetişkinlik zamanında okunması da çocuklar ve gençlerle empati kurmaya yardımcı olabileceği için geç kalınmışlık, başka bir açıdan telafi edilmiş olur.

     Klasikler, edebiyat okuru için neyi ifade eder? Klasikler, insan yaşamında belirli aralıklarla tekrardan her okunduğunda farklı izler bırakan ve uyanışlar gerçekleştirebilenlerdir. Klasikler dediğimde roman sanatı klasiklerinden bahsettiğimi ifade edeyim. Genel olarak klasikler dendiğinde akla hemen Rus Klasikleri gelir. Olması gereken bu mudur? Tartışılır. Ama Dostoyeski, Tolstoy, Turgenyev, Puşkin ve Gogol gibi isimlerin  birbirine çok yakın zamanlarda bir edebiyat tini oluşuracak şekilde çıkan eserlerinin, Kalsikler denince ilk akla gelen eserler olması hiç de anormal bir sonuç değil. Burada Gogol'un yeri bir ayrıdır tabi. Dostoyevski'nin "Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık" sözünü hatırlayalım. Bu ifade, ancak bu yazarların eserlerini ve biraz da eserler hakkındaki yan okumaları yapınca anlam kazanıyor. 

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski


    Bu isimler arasında Dostoyevski'nin yeri, çoğu okur ve hatta akademisyen için bir başkadır. Halihazırda ikinci bir Dostoyevski biyografisi okuyorum. 1000 sayfa olduğu ve yazarın eserlerini yazdığı sıralama ile eserlerini okumak için ara vererek devam ettiğimden dolayı, kitabın bitmesi hayli uzun sürecek. Şu an Ölüler Evinden Anılar'a yeni başladım. Fakat ben burada, bu sıralamayı bozarak okuduğum Suç ve Ceza'dan bahsedeceğim. 

   
 

      Klasiklerin Çektiği Tam Metin Eziyeti 

      Yaklaşık 10 sene evvel okumaya başladığım ve yarım bıraktığı Suç ve Ceza'ya tekrar başladım ve bu yıl okudum. Çok saçma sebeplerle okumaya zaman zaman ara vermek zorunda kalsam da nihayetinde hakkını vererek okudum. Neden hakkını vererek diyorum? Hakkını vermeden okumak diye bir şey var mı? Bence var. Ama bu başka bir yazının konusu. Dertleşiriz.

      Öncelikle şunu belirteyim, kitapların hayatında yeri olmadığı kişiler için klasikler, sağda solda yazarların portrelerinin kapak yapıldığı sayısız baskısını gördüğü, sıkıcı kitaplardan öte değildir. Ayrıca, yakın zamana kadar, kısaltılmış, sadeleştirilmiş, bilmemneleştirilmiş baskıları o kadar fazlaydı ki, es kaza biri okumaya niyetlenip eline aldığında yalnızca o eserin posasıyla karşılaşıp, sıkılması, anlamaması kitabın karakterini görememesi ve  bırakması çok olasıydı. Fakat son yıllarda bir çok yayınevi nitelikli tam metin çeviri yayınlama uğraşına girdi. Zaten klasklerin, tam metin halinde okumadıktan sonra okunmasının hiç bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Anlamsızlıktan öte, yazara, okuyucuya ve hatta edebiyatın kendisine büyük bir haksızlık, kötülük olduğu kanısındayım. 

       Klasikler kesinlikle tam metin okunmalıdır. Dostoyevski için bu durum çok daha kritik. Kısaltılmış ya da "sadeleştirilmiş" bir baskıda neyi kısalttınız veya neyi sadeleştirdiniz? Raskolnikov'un içsel monologlarını mı, polis müfettişinin monologlarını mı, Raskolnikov'un bir çok karakterle gerçekleştirdiği din, ahlak ve toplum üzerine diyaloglarını mı? Klasikler, bir dönemin insanlarının başından geçen bir takım olaylar değildir sadece. Klasiklerin, özellikle Dostoyevski eserlerinin her birinin bir derdi vardır. Dostoyevski edebiyata aşık olduğu için bir filozof olmadı belki de. Onun yaşamını okudukça eserlerine  bakışımın da derinleştiği kesindir. Neden Dostoyevski eserlerinin 150 yıldır tekrar tekrar okunduğunu ve üstüne sayısı sürekli artan bir çok metin yazıldığını daha iyi anlıyorum. Okuduğum diğer eserlerinden de bahsedeceğim ilk fırsatta. İlk iki romanı olan İnsancıklar ve Öteki arasındaki farkın şaşırtıcılığı dahi onun dehasını yansıtıyor.

   
     Suç ve Ceza

    Şimdiye kadar yazdığım en uzun girişten sonra - ki oldukça kısa tutmaya çalıştım - yazının konusuna gelelim. Suç ve Ceza hakkında ansiklopedik bilgiler için son durak benim galiba. Buradaki yazıların ana amacını hatırlayalım, eserlerin okuyucuda bıraktığı izlerin şahsi bir betimlemesini yapmak.  

     Okuduğumdan bahsettiğim Joseph Frank'ın Dostoyevski - Çağının Yazarı adlı biyografide, Suç ve Ceza'nın hayli derinlemesine analiziyle karşılaşacağıma eminim. Fakat bu analizden etkilenmeden, ham hislerimi buraya aktarmak istedim. Belki ilgili bölümü okuduktan sonra tekrar birşeyler yazabilirim. Öncelikle şunu belirteyim ki, Dostoyevski, eserindeki hiçbir bölümü "dolgu" amacıyla yazmamış. Her yan öykü, her yan karakter, ana öyküye ve dolayısıyla Raskolnikov'a doğrudan etki ediyor. Kaldı ki yan öykülerin kendileri dahi o kadar ilgi çekici ki, ana öyküye etkisini kavrayamasanız dahi ilgi uyandırıyor. Ayrıca Raskolnikov, ilk bakışta umursamaz ve değerleri olmayan bir karakter gibi görünse de bütün bu karakterlerin yaşamına doğrudan etki etmekten ve doğru olanı yapmaktan kendini alamıyor. İşlediği suçun aksine sosyal yaşamında başkaları için hep iyi olanı doğru olanı yaptığını görüyoruz. Hem de kendinden ödünler vererek. Suçun kendisi ise aslında amacı açısından biricik bir suç. Katil olmak olgusunun sebebine bambaşka bir açıdan yaklaşan Dostoyevski, "insan" olmanın sorgulamasını, bir cinayet üzerinden yapabiliyor. Raskolnikov'un işlemeyi planladığı cinayeti haklı göstermek için kendi kendine sorgulamalarda bulunduğu anlar, çoğu okuyucuyu arada derede bırakacak cinsten. Fakat bu bir şaka değil, bir varsayım veya bir oyun değil, bu gerçek bir cinayet işleme arzusu. Varoluşsal krizini aşmak için hiçbir eylemde bulunamayan bir karakterin, kendini gerçekleştirmek için yapmak istediği uçuk bir eylem. Neticede işler planlandığından daha faklı gitse de cinayetin ardından yakalanmadan paçayı kurtaran Raskolnikov'un, bu sefer de cinayetin ağırlığı ve kendini sorgulaması krizlerinin yanında, yakalanma ihtimalinin gel-gitinin gerginliği arasında yaşadıklarına tanık oluyoruz. Öyle ki bu cendere içinde dahi yine etrafındaki yaşama ahlaklı bir şekilde etki etmekten kendini alamıyor.

    Kitabın sonuna, Dostoyevski tarafından eklenen son söz, acaba hiç olmasaydı nasıl olurdu diye de düşündüm. Bu son söz olmadan, kitap büyük bir karanlık içerisinde bitiyor. Fakat Dostoyevski, bunca büyük krizleri yaşattığı karakterine cezasıyla birlikte biraz huzuru çok görmemiş. Kitabın gergin atmosferi, sayısız sorgulamaları, gitgide kararan tonundan sonra yer alan keskin bitişinin üstüne, yazarın bu "son söz"ü bana bir ödül gibi geldi. Hele ki Raskolnikov'un gördüğü bir kabusun tasfiri, Dostoyevski'nin çok yönlü hayal gücünün dehasını bana bir kez daha gösterdi. Post apokaliptik bir kısa öykü diyebileceğim bu bölümden, daha önce bahsedildiğini duymamıştım. Belki de pek kimse benim kadar etkilenmedi. Bahsettiğim biyografide özellikle bu kısımın üzerinde durulup durulmadığını çok merak ediyorum.

     Klasiklerin Çevirisini Evirip Çevirmek

     Altı çizilecek, tekrar tekrar okunacak bir çok bölümü olan bu klasik, bütün klasikler gibi mutlaka tam metin olarak okunmalıdır. Çocukları geçtim, ilk gençlik zamanlarını yaşayan birelerin dahi çoğu için okunması, anlaşılması, heyecanla özümsenmesi zor bir kitap. Ters tepip, Dostoyevski'den hatta bütün kasiklerden soğutabilir okuyucuyu. Belirli bir olgunluğa eriştikten sonra okunması, ilerleyen yıllarda da tekrar dönülmesi gereken bir eser. Çeviri olarak, Türkiye İş Bankası'nın Hasan Ali Yücel Klasikler Serisi'nden çıkan baskısını öneriyorum. Altın Kitaplar'dan çıkan eski bir Rusça Aslından çeviri ve İletişim Yayınlarının son dönemde yayımladığı klasikler serisindeki Suç ve Ceza baskılarını biraz karşılaştırdım.

     Kitabın yarısını, Altın Kitaplar'ın babadan kalma 1979 basımından okudum. Kayıp olan ikinci cildi yine Altın Kitaplar'ın farklı bir yıla ait aynı baskısını bir sahafta bularak okumaya çalıştım. Fakat kitaptaki bariz bir koku, kitap tozu diyebileceğim bir şey, alerjimi inanılmaz azdırdı ve geri kalan kısmı Türkiye Bankası Kültür Yayınları'nın  Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi'nden okumaya devam ettim. Altın Kitaplar baskısında Tanrı yerine kullanılan Allah ifadesi gibi ifadelerin yanı sıra bir çok deyim, nida vs. fazlasıyla yerlileştirilmiş. Biraz araştırma yaptığımda, bu durumun geçmiş dönemin çeviri anlayışı olduğunu anladım. Misal kitabın birinci bölümünün altıncı kısmında Raskolnikov, baltayı kapıcı kulubesine geri koyup, kimseye yakalanmadan cinayet sonrası yakalanmama sürecini sonlandırıyor. Altın Kitaplar baskısında, "Kul sıkışmayınca hızır imdada gelmezmiş" şeklinde geçen bu ifade, doğal olarak beni rahatsız etti. Yani olay nerede geçiyor, kişiler ve kültür yapısı nasılsa ona uygun çevirmek gerekiyor ki okuyucu birden bire okuduğu metnin içeriğine yabancılaşmasın. İletişim yayınları çevisirinde "Şeytan yardım ediyor" olarak kısa ve net bir şekilde çevrilmiş. Fakat İş Bankası Kültür Yayınları'nın baskısında "Akıl işi değil, tam cin işi şeytan işi" olarak çevrilmiş. Rusça bilmeyince mecburen İngilizce çeviriye de bir göz atıp karşılaştırmak istedim. Ünlü çevirmen Constant Garnett'in çevirisinde "When reason fails, the devil helps" şekline yer aldığını gördüm. İş Bankası'nın çevirisini en uygun olarak kabul ettim. Kitabı da bu çeviriden bitirdim. Netice itibarıyla şu ortaya çıktı ki, klasikleri okumadan mutlaka çevirisi hakkında araştırma yapın. İnternette yeteri kadar bilgi mevcut. Birçok edebiyatçı veya kendi halinde okur, özveriyle tespitlerini yazmış. Uzatmayayım. Çeviri önemli.

       Son Söz

     Özellikle klasikleri okuma anlayışımın bu yazıda bahsettiğim hassasiyetlerin odağındaki bir çerçeveye oturduğunu ifade edebilirim. Yani "okudum, bitti, gerçekten çok güzeldi." dedikten sonra hemen başka bir maceraya geçebileceğiniz kitaplar değildir klasikler. Bu yüzden klasik oldular ya. Türk edebiyatında da benzer klasikler vardır. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ını, Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ını, Sabahattin Ali'ni romanlarını, Ahmet Ümit, Ayşe Kulin, Buket Uzuner vs gibi yazarların kitaplarını okur gibi, sadece keyifli vakit geçirmek için okursanız hakkını vermemiş olursunuz. Bir gün Kara Kitap üzerine birşeyler yazarsam ve çok küçük ihtimalle de olsa okursanız anlayacaksınız ne demek istediğimi.

     Son Öneri


       Klasiklerin klasiği diye iddialı bir başlığa sahip yazının sonunda nacizane bir tavsiye olarak İtalo Calvino'nun "Klasikleri neden okumalı?" adlı makalesini okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum.
    


14 Kasım 2018 Çarşamba

Bülbülü Öldürmek


     
        Misafir yazar olarak dostum Murat TAŞKIN sizlerle. İyi okumalar.

                                                       *                  *                *

Okuduğum kitapları artık işyerimde masamın üstünde biriktiriyorum. Yanıma gelenlerin gözü, bir şekilde kitaplara ilişiyor. Masadaki kitaplar üzerine sohbet edelim, okuduğumdan ne anladığımı paylaşayım, laf lafı açsın istiyorum. 

Uygulamaya Harper Lee'nin Bülbülü Öldürmek kitabı ile başladım. İş arkadaşım Gülşah geldi, kitabı eline aldı. Ben neden kitabın masamda durduğunu açıklarken kitabın sayfalarını çevirdi. Sonra da rastgele bir sayfayı kokladı. “Mükemmel bir kitap bu” dedi.

Harper Lee
 Böyle anlatınca sanki kitabı daha önce okumamış ve koklayarak kitap okuyan, doğaüstü güçleri olan bir insandan bahsediyormuş gibi oldum. Öyle olsa güzel olurmuş ama değil. Kitabı daha önce okumuş ve en sevdiği kitapmış. Kitaba olan sevgisini kitaba sarılarak ve onu koklayarak gösterdi. 

Bu kitap ile ilgili bir şeyler anlatmak için daha iyi bir örnek bulamadım. 

Şimdi başa dönelim ve kitabın bana geliş öyküsünden bahsedeyim. Doğum günümden birkaç gün sonra çok sevdiğimiz bir akrabamız olan Emel ablanın doğum gününde eşimin kuzeni Ufuk hediye etti ve hediyesini vermek için daha uygunsuz bir an seçemezdi. Emel ablaya hediye almamış.Bana aldığı kitabı da yanında taşıyormuş. Hediye paketiyle çıkartıp, Emel ablanın yanında, “Murat bu da senin hediyen” dedi. 

Hani sevdiğini kandırırsın da sonra dönüp, yok canım tabii ki sizin hediyeniz dersin ya. Emel abla bir müddet öyle bir şey olacak diye bekledi. Olmadı.
 
Ben kitabı aldım. Daha önce okumadığım ve bende derin bir iz bırakmadığı için rastgele bir sayfasını açıp koklamadım. Sadece teşekkür ettim. Kitap hediye almak güzel bir duygu.

Peki neden bu kitap? Ufuk’un iş yerinde patronu bu kitabı önermiş. Kitabı satın aldığı halde kendisi çok uzun süre bitirememiş. Bazen öyle oluyor. Alıyorsun ve bir türlü başlayıp bitiremiyorsun. Ufuk bir türlü okumayınca, annesi başlamış kitaba ve üç günde bitirmiş. Benim de daha önce hiç Harper Lee kitabı okumadığımı öğrenince kitabı mutlaka okumam gerektiğini düşünmüş. Çok iyi anlaştığı patronunun önerisi, bir solukta okuyan anne ve henüz okumayan ben. Kitap hediye etmek için geçerli sebepler.

İyi ki de böyle düşündün Ufuk. Zaten her şey düşünce ile başlıyor.

Harper Lee de bir şeyler düşünmüş ve bu kitabı yazmış.  1930’lu yıllarda Amerika’da bir kasabada, küçük bir kız çocuğunun gözünden ırkçılık üzerine bir hikâye anlatmak istemiş. Bu kadar okunacağını, bir gün bir işyerinde bir insan tarafından basıldığı kâğıtların sadece sevgi ifadesi olarak koklanacağını tahmin edebilmiş midir? Okuyan her kişide nasıl farklı bir iz bıraktığını düşünebilmiş midir? Irkçılık ne kadar lanet bir şey ve insanlığın en büyük ayıbı dedirtsem bana yeter mi demiştir? Yoksa işini büyüleyici şekilde güzel yapan her sanatçıda olduğu gibi o da bu eseri dünyaya getirirken farklı bir boyuta geçmeyi başarmış ve öyle mi yazmıştır?


 Bu ve bunun gibi birçok sorunun cevabı kendisiyle yapılan sohbetlerde gizlidir çünkü kendisi 2016 senesi itibariyle aramızdan ayrıldı ve bize Pulitzer ödüllü bu eserini bıraktı. 


Bir kız çocuğunun gözünden, müthiş sade bir dille, sürükleyici bir roman yazdığın; hikâyendeki baba figürü ile iyi insan olmak üzerine mesajları da en ince şekilde bize ulaştırdığın, okudukça devamını merak ettiğimiz bir kitap yazdığın için sana sonsuz teşekkürler. 

Belki bu yazı sizin kitaba giden yolunuz olur. Belki kitap size de bana olduğu gibi hediye edilir. O zaman sakin bir kafa ile okuyun. Belki de sevmezsiniz. Belki bu yazıyı da sevmediniz. Belki bu kadar “belki” ile başlayan cümleler kurmam hatalı bir şeydir. Bilmiyorum. Yaşayıp görüyoruz. Siz de kendiniz tecrübe edin. 

Keyifli okumalar.

Blogunda bana yer açtığı için de Ozan’a teşekkür ederim. Bir sonraki yazıda tekrar görüşmek üzere.