19 Nisan 2018 Perşembe

Işık Tanrısı (Bilimkurgunun Parlak Işığı)

    Bazı kitaplar edebiyatın gerçekten de uçsuz bucaksız imkanlara sahip olduğunu ve bu imkanların sadece birileri tarafından keşfedilmesi için beklediğini anlamanızı sağlar. Bu anlar, tahmin edersiniz ki, keşfedilen bu olanaklardan birinin yansıdığı sayfalara sahip bir kitabı okuduğunuz anlardır. Edebiyatın her türünü seven biriyim. Klasikleri okuduğumda nasıl etkilenirsem iyi bir bilimkurgu eserini okuduğumda da en az o kadar etkilenirim. Herhangi bir türü dışlayan bir okurun, koskoca bir düşünce evrenini kaybettiğine inanıyorum. 

    Roger Zelazny'nin Işık Tanrısı'nı okumak, işte bu bahsettiğim uçsuz bucaksız imkanlardan birinin keşfidir.  R.Zelazny'nin "İstendiğinde bilimkurgu istendiğinde fantastik roman olarak okunabilecek şekilde yazıldı." dediği Işık Tanrısı'nı okumamak, bu iki türün de en iyi örneklerinden biri sayılabilecek bir edebiyat eserini ıskalamak demektir. 

    Işık Tanrısı, okuyucusundan emek ve yüksek konsantrasyon talep ediyor. Hint Mitolojisi üzerine kurulu karakter yelpazesi, Budizm'den hayli fazla esinlenen düşünsel içeriği, teokratik ve hatta kapitalist rejimlerin eleştirisini yapan siyasi kurgusu, aksiyon ve macera kısmında dahi düşünsel derinlikten ödün vermeyen diliyle öylesine okuyup geçebileceğiniz bir kitap olmadığını söylüyor her sayfada. Ayrıca çizgisel olmayan anlatıma da sahip Işık Tanrısı. Kitabın yarısına yakın yer ayrılan bir geçmiş zaman dilimi var. Romana büyük bir katkısı olduğunu ifade etmeliyim. Özellikle giriş kısmından sonra bu geçmişi anlatan kısma başladığımda büyük bir haz aldığımı söyleyeyim. Birçok bilimkurgu ya da fantastik eserde sadece söylentileri kalmış ama okuyucuda büyük merak uyandıran efsanevi geçmiş zamanlar vardır. Yüzüklerin Efendisi'nde bu efsanelere çok rastlanır. Tolkien bu efsaneleri anlatan birçok eser yazmış ve yarattığı mitolojiyi beslemiştir. Nice harika eser böyle bir derinliğe ulaşma şansına erişemiyor. Zelazny bu derinliği aynı kitapta sunma başarısını da gösteriyor.

    Işık Tanrısı kesinlikle tek seferde okunarak tadına varılabilecek bir kitap değil. Ben ilk kez okudum. Sanırım belirli aralıklarla tekrar tekrar okuyacağım kitaplarıma bir yenisi daha eklendi. Roger Zelazny, 10 ciltlik  Amber Yıllıkları aldı fantastik serisi ile bilinir esasen. Okumadığım fakat okumadığım için de çok şey kaçırdığımı hissettiğim bir seri Amber Yıllıkları. Okursam burada bahsi geçecektir.  

     Işık Tanrısı'na tekrar dönersek, kitabı bitirdiğimde Arthur C. Clarke'ın "Yeterince gelişmiş bir teknoloji, büyüden ayırt edilemez." sözü zihnimde yankılanıyordu. 

    NOT: İthaki'nin Bilimkurgu Klasikleri Serisi'ne dahil ederek yayınladığı Işık Tanrısı'nın George R.R. Martin'in R.Zelazny ile ahbaplığı üzerinden şahsi şovunu yaptığı son söz ile de hayal kırıklığı yaşadım.  Aynı seri altında yayınlanan ve burada Kaplan!Kaplan! için Neil Gaiman'ın yazdığı son sözü aradı gözlerim.  

14 Nisan 2018 Cumartesi

Kaplan! Kaplan! (Cyberpunk Taşlarıyla Örülü İntikam Yolculuğu)

     2018 Ocak sonunda okuduğum ve bu kadar geç yaşımda okuduğum için kendime çok kızdığım bir kitaptan bahsedeceğim. Alfred Bester'in Kaplan! Kaplan! adlı eseri. Kitabın adıyla ilgili de enteresan bir durum var. Orijinal adı "The Stars My Destination" (İtikametim Yıldızlar şeklinde çevrimek bence uygun olabilir) olan kitabın, 1956 yılındaki İngiltere baskısında ismi  "Tiger! Tiger!" olarak geçmiş. Bizdeki İthaki tarafından yayınlanan baskı da bu ilk baskıyı baz almış. Fakat 1957 yılındaki Amerikan baskısı ise "The Stars My Destination" ismiyle basılmış. William Blake'in Kaplan Kaplan adlı bir şiiri olduğunu da belirteyim. Bu ansiklopedik bilgileri verdikten sonra devam edeyim.

     İthaki'nin, Bilimkurgu Klasikleri Serisi sayesinde okuyabildim Kaplan!Kaplan!'ı. Yazarın diğer kitabı Yıkıma Giden Adamı da bu kitapla birlikte almıştım. Onu da ilk fırsatta okuyacağım. Bahsederim. Biz yine Kaplan! Kaplan!'a dönelim. 1956 yılında basılan bir kitap demiştik. Fakat Alfred Bester öyle bir dünya kurmuş ki sanki kitap günümüzde yazılmış. Işınlanma, cybernetik, kapitalizm ve plastik cerrahi unsurlarını içeren kurgu evreni, öyle harika bir öngörü okyanusu ki sanırım kitapta bahsedilen bazı unsurları -özellikle cybernetik alanında- ancak bir kaç 10 yıl sonra görebileceğiz. En azından günümüz futuristleri bu şekilde düşünüyor. 

    Kitap temelde bir intikam öyküsü. Monte Cristo Kontu ile benzeştiği hususunda bir çok tespit var. Aklın yolu bir. İnternette de bir çok incelemesi veya tanıtımı mevcut. Ben, Kumdan Sayfalar'da daha çok okuduğum eserlerle ilgili kişisel maceramı konu ediyorum. Kitabın özetini falan da yapmıyorum. Bu açıdan da pek "sürpriz bozan" yer almıyor yazılarımda. Klasik inceleme tanıtım yazısı gibi de olmuyor. Vereceğim en geniş ansiklopedik bilgi ise ilk satırlardaki kardardır.

    Benim için kitabı okumanın verdiği büyük tatminin yanı sıra, kitabın sonsözünü yazan Neil Gaiman'ın tespitleri ile kendi tespitlerimin örtüşmesi çok hoşuma gitti. Kitabı okurken okuma günlüğüme ne yazdıysam, N.Gaiman'ın, kitabın son sözünde de benzer tespitleri yazmış olduğunu gördüm. Böyle büyük bir yazarla kitap hakkında çok benzer görüşlerde olmak güzel bir his.  Yine söylüyorum aklın yolu bir. 

    A.Bester, özellikle bilimkurgu edebiyatı seven okurları dahi biraz zorlayan bir dünyanın içine çekiyor okuyucuyu. Kitap, emek istiyor. Okudum geçtim şeklinde değil de parçaları biraz birleştirmenizi istiyor. Kitaba kendini vererek okuyan herkes, benzer kitaplarda olduğu gibi ortalama ilk 50 sayfa eşiğini aşacaktır. Ben zaten bu tarz eserleri de çok sevdiğim için benim ayrıca hoşuma gidiyor bu ortalama ilk 50 sayfalar. Tıpkı Philip K. Dick eserlerinde ve şu anda okuduğum belki de okurken en çok emek isteyen kitaplardan biri olan Işık Tanrısı'nda olduğu gibi. Bitirince Işık Tanrısı'ndan da bahsedeceğim. 

    Hülasa, Kaplan!Kaplan!, bilimkurgu edebiyatının, geleceği kurgulamadaki en büyük yardımcılardan biri olduğunu yine kanıtlayan, hayli detaylı, karmaşık fakat tutarlı, eleştirel ve twist içeren "aşkın" sonu ile kesinlikle okuyucuya büyük kazanımlar sağlayan bir bilimkurgu eseri. Sanırım birkaç senede bir okuyacağım bir kitabım daha oldu.  




13 Nisan 2018 Cuma

Orhan Veli, Veli'nin Oğlu (Ozan Kaan, Ömer'in Oğlu)

Orhan Veli
    Orhan Veli Kanık, bütün şiirlerini tek kalemde hevesle okuduğum ikinci şair. İlki rahmetli babamdır. İkisinin de şiir anlayışı benzer gelir bana. Sağlığında, babamla kendi şiirleri üzerine sohbet etmedik. Biraz benim salaklığım ve biraz da hayatın babamı hayli örselemesinden dolayı şiir ve öykü yazımını dönmemek üzere terketmesinden dolayı, bu şansı ebediyen kaçırdım. Babam, şiirlerini ve öykülerini, genç yaşında defterlerce yazmış. Öykülerinde Sati Faik Abasıyanık ve şiirlerinde ise Atilla İlhan tadı var. Yer yer de hayli Orhan Veli esintilerine rastlıyorum. Babam bu üç büyük isimden de etkilenmiş. Bu üç büyük yazardan da kitaplar kaldı babamdan. Ne zaman bu üç yazardan biri aklıma gelse ya da bir yerde eserine rastlasam babam yine gelir aklıma. Yazma işini profesyonel olarak yapsaydı belki çok kötü bir şair ya da kötü bir öykü yazarı olacaktı, tam tersi de mümkün. Bilemeyeceğiz. Sanıım çok iyi olmasa da kesinlikle kötü olmayacağına adım gibi eminim. Çok genç yaşında kısıtlı imkanlarla kendi kendine yazma işiyle uğraşmış olması dahi benim için yeterli. 

    Orhan Veli de, zamanındaki herkes gibi bir hayatı yaşıyordu. Fakat o bambaşka görüyordu hayatı. Bambaşka okuyordu. Misal, deniz kıyısını herkes gibi yaşıyor fakat bambaşka bir muhayylie ile tefekkür ediyordu. Neticesinde ise bir şiirinin birkaç satırında o deniz kıyısını öyle sade ama öyle etkileyici bir şekilde betimliyordu ki şiirini okuduktan sonra "Ah Orhan Veli" dedirtiyordu ve dedirtiyor hala. 

Müşfik Kenter
   Lisenin ilk yıllarında Orhan Veli şiirleriyle tanıştım. Tam o sıralar Orhan Veli'nin şiir kitabını okurken beni gören İngilizce öğretmenim (adı sanırım Köksal'dı) Müşfik Kenter'in Bir Garip Orhan Veli adlı şiir kasetini (o zamanalr kaset vardı) vermişti bana. O gece uyuyana kadar tekrar tekrar dinlemiştir. Sonraları moda oldu ve bazı şair olma heveslileri de şiir okuma albümleri yaptılar. Fakat hepsi Müşfik Kenter'in bu çalışmasının silik gölgeleri olarak yer ettiler zihin perdemde. Artık internet varsa herşeyi tek aramada bulup dinleyebiliyoruz. Adını bilmesek bile bir şekilde buluyoruz. Ama bu büyük imkanı, toplumun büyük çoğunluğu olara nasıl heba ettiğimiz açıktı. Bu bambaşka bir mecrada konu edinilecek bir üzücü durumdur. Teknoloji ilerledikçe, önce CD ile, sonra MP3 çalar ile, sonra telefon ile bu Müşfik Kenter'in sesinden Orhan Veli Şiirlerini hep yanımda taşıdım. Yolda izde dinledim. O harflar Müşfik Kenter'in sesiyle kafama kazındı. Orhan Veli'nin başka şiirlerini okuduğumda da zihnimin salonlarında Müşfik Kenter'in sesi yankılanır.

    Bugün Orhan Veli'nin doğum günü.

12 Nisan 2018 Perşembe

Siddhartha (İçsel Yolculuk)

    Üniversite okumak için felsefe bölümünü seçtiğimde eş, dost ve akrabaların çoğunun felsefenin ne olduğundan haberi olmadığını, "ee bitirince ne olacaksın?" sorularıyla karşılaştığımı ve yalnızlığımın o zaman başlayacağını farkettiğimi hatırlıyorum. Zaman zaman felsefe bölümü okumanın beni koyacağı yolda yürümeye çalışan insanlarla kaşılaşmadım değil. Fakat hakkını vererek ya da yaşamının merkezinde çok önemli bir yere konuşlayarak felsefe bölümü okumak, bireyi, Türk toplumunda yalnızlaştırır. O bölümü okuduğunu zanneden insanların arasında dahi bu yalnızlık hissedilir.

   Çoğu genç gibi benim de kafam karışıktı. Şöyle esaslı bir kitap okuduğumda onu çok iyi anladığımı ve hayatı da çözdüğümü zannederdim. Bu komik durumun yanı sıra entellektüel açlığım her kitapla daha da artardı. Bu açlık, artmayı sürdürerek beliğimde kalıcı bir yer edindi. Okudukça aslında ne kadar az şey bildiğini farkeder insan. Zamanla farkına varmıştım ki, kendimi içinde bulduğum bu yol, hayli meşakatliydi. Hayatımın en rahat ya da en zorlu dönemlerinde dahi okumayı, birşeyler yazıp çizmeyi bırakmadım. Herhangi bir amaca yönelik olarak gerçekleştirmediğim bu üç eylem, benim yaşamımın hakikatleri, beni ben yapan bütünün en önemli parçaları ve yolculuğumun en büyük yardımcıları oldu. Zaten önemli olan varılacak yer değil yolculuğun kendisiydi. 

     Ölümü de doğumu da şefkati de dehşeti de yakından gözlemledim ve zaman zaman bunların parçası da oldum. Etkilerini iliklerime kadar hissettim. Yaşam yolculuğunun ne kadar ağır olduğunu anlamak için, onun uçlarını tecrübe etmenin yetmediğini bu tecrübeler üzerine düşünmek gerektiğini gördüm. Çünkü benimle benzer tecrübeleri yaşayanların çoğunun, herhangi bir farkındalık edinmediğini, bu tecrübeleri, yaşandıkları andaki çoskun hissiyatla değil de sonrasında bakkaldan ekmek almanın verdiği hissiyatla zihinlerine yerleştirdiklerini gördüm. Belki de bu, onlar için bir savunma yöntemiydi. Bu insanların ortak noktaları ise okumuyor olmaları ve hatta okuma eyleminin kendisini gereksiz görmeleriydi.

    "İnternette okunacak o kadar şey varken neden kitap alıyorsun?" veya "Kitaba o kadar para verilir mi?" şeklindeki akıl tutulmasının yansımalarını dile dökenlerin, TV izlemeden yaşayamadıklarını, internetten okudukları ve izledikleri şeylerin ise gündelik hayatın çöplerinden ibaret olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bu insanlara ne anlatabilirsiniz veya ne paylaşabilirsiniz? Hayatını bambaşka şekilde yaşayan ve üzerine düşünme ihtiyacı hissetmeyen insanlarla bırakın uğraşmayı etkileşimde dahi bulunacak gücü kendimde bulamadığım için, en güzelinin bu insanlarla diyaloğa girmemek olduğunu anladım. Daha fazla uzatmadan hisseye varalım.
 
    Okumak, yaşam üstüne düşünmeyi ve anlamlandırmayı sağlar. Yazıp çizerek ortaya bir eser koymak ise bu anlamlandırmanın izdüşümleridir. Bu izdüşümlerini de birileri incelediğinde döngü tamamlanır ve yeniden başlar. Yaşam tecrübesi de böylece farklı formlar kazanarak insanlığın varoluşunda kendine yer edinir. 

    Herman Hesse, Siddharta adlı eserinde, yaşamı bir yolculuk olarak gören, Nirvana'ya ulaşmak için birbirinden çok farklı hissiyatlar ve düşünce zincirleri peydah eden tecrübeler yaşayan bir Brahman'ı anlatıyor. Bu kısacık kitabın yoğunluğu, okuyucuyu kendi yaşamı üzerine de düşünmeye sevk ediyor. İşte bu birkaç satırı yazmamın sebebi de bu eseri okumamdır. 



 



9 Nisan 2018 Pazartesi

Su Altı Kaynakçısı (Derinlerdeki Unutulanlar)


    Jeff Lemire ile Essex County adlı eseri sayesinde tanıştım. Burada bahsetmiştim. Marvel ve Image Comics bünyesnde ana akım çizgi romanlar için çalışmalarına devam ediyor ve tahminimce bu çalışmaları hem çorba parası hem de sektörde isim yapmak için sürdürüyor. Böylece Essex County ve burada bahsedeceğim Sualtı Kaynakçısı gibi çalışmalarını hayata geçirme imkanı buluyor.

     İnsanların, geçmişi ile bugünü arasındaki bağın her daim canlı kaldığını anlattığı Essex County gibi Sualtı Kaynakçısı da sualtı kaynakçılığı yapan bir adamın, geçmişteki acı bir tecrübeden ruhunda kalan ve iyileşmeyen bir yaranın ızdırabını çekişini anlatıyor. Ayrıca bu ızdırabı doğumuna çok az vakit kalan eşine de çektiriyor.  

    Eserin ikinci yarısı da geçmişten kalan yarasının sebebiyle yüzleşmesini ve iyileşmesini anlatıyor. J.Lemire, siyah ve beyazın bütün imkanlarını kullanarak oluşturduğu kendine haz çizgileri ve etkili anlatım tarzıyla beni yine eserine hapsetti. Essex County'nin tek atımlık bir gösteri olmadığını kanıtladı.

    Eserin finalini okurken kafamda çakan bazı imgeler, artık kendi çizgi romanımı öyle ya da böyle iyi ya da kötü bir şekilde yapmam ve belki de benim de kendi geçmişimle hesaplaşmam gerektiğini hatırlattı. Siz de ruhunuzun derinliklerine dalmak ve belki de bazı kesiklere kaynak yapmak istyorsanız Su Altı Kaynakçısı'ndan ilham alabilirsiniz. 

6 Nisan 2018 Cuma

Kül Dağı'ndaki Kütüphane (Mistik, Gotik ve Acımasız Bir Evren Kurgusu)

    Özellikle yakın zamanda yazılan fantastik eserlere karşı hep mesafeli duruyorum. Elflerin ve orkların cirit attığı aynı öyküleri okumak istemiyorum. Genel olarak orijinal ve başarılı bir şeyler okuma imkanı nadiren karşıma çıkıyor. Bu dediklerim Türkçe çevirisi olan ya da Türkçe üretilen eserler için geçerli. Yine de çabalar takdire değer. Fakat başarılı eserlerin azlığı sebebiyle - ki üretim de az zaten-  dönüp dolaşıp aynı yazarların yeni bir şeyler yazmasını bekliyorum. Bu yerli ve yabancı isimler de edebiyatı kıyıdan köşeden takip edenlerin dahi aşina olduğu isimler. Bazen rastladığım bir fantastik eseri, bir heves ve umutla, bazı içerik belirtmeyen yorumlara aldanıp, süprizi de kaçmasın ve etkilenmeyeyim diye içeriğini araştırmadan alıveriyorum  Çok nadiren böyle bir şey yaptığım için hayal kırıklığım da nadiren oluyor. Misal, hemen aklıma gelen ilk hayal kırıklığı, Gilbert Sinoué'nin kitabı Tanrı'nın Sessizliği olmuştu. Ne umdum ne buldumdan ziyade beklentisiz okumama rağmen beni hayli hayal kırıklığına uğratmıştı. Zor ve ağır mevzuların altına girerken gerekli özen gösterilmezse ya da becerilemezse böyle hayal kırıklıkları ortaya çıkıyor. 

    Neyse ki İthaki Yayınları'nın Türkçe'ye kazandırdığı Scot Hawkins'in Kül Dağı'ndaki Kütüphane adlı kitabı böyle bir hayal kırıklığı yaşatmadı. Öyle ki kitabı bitirdiğimde, devamının gelmesini,  bu hayli geniş ve derinlikli kurgu evrenin içinde ciltlerce dolaşmayı istedim. Bu evren çok sert. Bilinmezlerle, çaresizliklerle, kan ve vahşetle dolu olduğu gibi, umudu, sevgiyi ve inancı da tam merkezine koyuyor. Birbirinden enteresan karakterleri ve hayli girift kurgusuyla okuyucuyu birden bire olayların içine alıyor. İlk başlarda "ben ne okuyorum?" demeniz hayli büyük bir olasılık. Fakat sayfalar aktıkça taşlar yerine oturuyor ve hem de öyle bir oturuyor ki çok güzel kurgulanmış twistlerle harika bir final okuyucuyu bekliyor. Çeviri de akıcı olunca kitap elden düşmüyor. Kitabın son satırını okuduğunuzda devamının gelmesini çok isteyeceksiniz. Ama devamı gelecek mi hiçbir bilgim yok. Araştırmadım ve araştırmayacağım. Bir gün olur da devamı yazılırsa, birdenbire karşıma çıkmasını istiyorum.  Olur da devam kitabını bir gün elime alırsam ilk yapacağım şey güneşi selamlamak olacak.