Üniversite okumak için felsefe bölümünü seçtiğimde eş, dost ve akrabaların çoğunun felsefenin ne olduğundan haberi olmadığını, "ee bitirince ne olacaksın?" sorularıyla karşılaştığımı ve yalnızlığımın o zaman başlayacağını farkettiğimi hatırlıyorum. Zaman zaman felsefe bölümü okumanın beni koyacağı yolda yürümeye çalışan insanlarla kaşılaşmadım değil. Fakat hakkını vererek ya da yaşamının merkezinde çok önemli bir yere konuşlayarak felsefe bölümü okumak, bireyi, Türk toplumunda yalnızlaştırır. O bölümü okuduğunu zanneden insanların arasında dahi bu yalnızlık hissedilir.
Çoğu genç gibi benim de kafam karışıktı. Şöyle esaslı bir kitap okuduğumda onu çok iyi anladığımı ve hayatı da çözdüğümü zannederdim. Bu komik durumun yanı sıra entellektüel açlığım her kitapla daha da artardı. Bu açlık, artmayı sürdürerek beliğimde kalıcı bir yer edindi. Okudukça aslında ne kadar az şey bildiğini farkeder insan. Zamanla farkına varmıştım ki, kendimi içinde bulduğum bu yol, hayli meşakatliydi. Hayatımın en rahat ya da en zorlu dönemlerinde dahi okumayı, birşeyler yazıp çizmeyi bırakmadım. Herhangi bir amaca yönelik olarak gerçekleştirmediğim bu üç eylem, benim yaşamımın hakikatleri, beni ben yapan bütünün en önemli parçaları ve yolculuğumun en büyük yardımcıları oldu. Zaten önemli olan varılacak yer değil yolculuğun kendisiydi.
Ölümü de doğumu da şefkati de dehşeti de yakından gözlemledim ve zaman zaman bunların parçası da oldum. Etkilerini iliklerime kadar hissettim. Yaşam yolculuğunun ne kadar ağır olduğunu anlamak için, onun uçlarını tecrübe etmenin yetmediğini bu tecrübeler üzerine düşünmek gerektiğini gördüm. Çünkü benimle benzer tecrübeleri yaşayanların çoğunun, herhangi bir farkındalık edinmediğini, bu tecrübeleri, yaşandıkları andaki çoskun hissiyatla değil de sonrasında bakkaldan ekmek almanın verdiği hissiyatla zihinlerine yerleştirdiklerini gördüm. Belki de bu, onlar için bir savunma yöntemiydi. Bu insanların ortak noktaları ise okumuyor olmaları ve hatta okuma eyleminin kendisini gereksiz görmeleriydi.
"İnternette okunacak o kadar şey varken neden kitap alıyorsun?" veya "Kitaba o kadar para verilir mi?" şeklindeki akıl tutulmasının yansımalarını dile dökenlerin, TV izlemeden yaşayamadıklarını, internetten okudukları ve izledikleri şeylerin ise gündelik hayatın çöplerinden ibaret olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bu insanlara ne anlatabilirsiniz veya ne paylaşabilirsiniz? Hayatını bambaşka şekilde yaşayan ve üzerine düşünme ihtiyacı hissetmeyen insanlarla bırakın uğraşmayı etkileşimde dahi bulunacak gücü kendimde bulamadığım için, en güzelinin bu insanlarla diyaloğa girmemek olduğunu anladım. Daha fazla uzatmadan hisseye varalım.
Okumak, yaşam üstüne düşünmeyi ve anlamlandırmayı sağlar. Yazıp çizerek ortaya bir eser koymak ise bu anlamlandırmanın izdüşümleridir. Bu izdüşümlerini de birileri incelediğinde döngü tamamlanır ve yeniden başlar. Yaşam tecrübesi de böylece farklı formlar kazanarak insanlığın varoluşunda kendine yer edinir.
Herman Hesse, Siddharta adlı eserinde, yaşamı bir yolculuk olarak gören, Nirvana'ya ulaşmak için birbirinden çok farklı hissiyatlar ve düşünce zincirleri peydah eden tecrübeler yaşayan bir Brahman'ı anlatıyor. Bu kısacık kitabın yoğunluğu, okuyucuyu kendi yaşamı üzerine de düşünmeye sevk ediyor. İşte bu birkaç satırı yazmamın sebebi de bu eseri okumamdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder